Daha Yakından Bak - Mimar Oktay Yalçın - Archerson

Daha Yakından Bak – Mimar Oktay Yalçın


Farklı sektörlerden/alanlardan gelen ve ilginç hikayelere sahip olan üyelerimizi tanıyacağımız “Daha Yakından Bak” serisi, farklı meslekleri ve hayatları tanımamıza yardımcı olurken aynı zamanda aklımıza gelen fakat soramadığımız soruların cevaplarını da bulabileceğimiz bir seri olacak. Bu seride daha yakından bakarak büyük resmi tamamlayabileceğimizi görecek, farklı hayatların ve hikâyelerin bize kattığı şeylere şaşıracağız.

Değerli üyemiz Psk. Alara Altınok’tan sonra şimdi de Archerson Kadıköy üyemiz Mimar Oktay Bey’le serimize devam ediyoruz.

 

Mimar Oktay Yalçın

Bugün değerli üyelerimizden Oktay Yalçın’ı tanıyacağız. Oktay Bey 1989’da Safranbolu’da dünyaya geldi. Ardından Edirne’ye taşınan Oktay Bey, 2008 yılında Trakya Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ne girdi ve 2013 yılında mezun oldu. Mezuniyetten sonra 2 yıl Suudi Arabistan’da Norman Foster’ın projesinde çalıştı. Mekke-Medine arası 450 kilometrelik hızlı tren projesi olan “High Speed Rail Project” in Medine istasyonunun tamamlanmasında rol oynadı. Orada design ofiste görev alan Oktay Bey, tüm tasarımların uygulanması ve çizimlerinde aktif olarak çalıştı. Bu süreçten sonra Türkiye’ye dönerek 2017’de JU Interiors & More şirketini kurdu. İlk olarak Edirne Enez’de kurulan şirketi 2019 yılında İstanbul’a taşıyan Oktay Bey, 2021 yılından beri Archerson üyesidir. Şirketi Edirne’deyken daha çok villa tasarımları yapmasına rağmen ofisini İstanbul’a taşıdıktan sonra iç mimariye yöneldi. Şimdilerde lüks, göz alıcı tasarımlarla özdeşleşen markasıyla sektörde öne çıkıyor.

 

Gözlemlediğim kadarıyla siz ve ekibiniz sabah 10 akşam 4 çalışma düzenine sahipsiniz. Bu gördüğümüzden ve yaptığımızdan farklı fakat aslında herkesin hayal ettiği bir çalışma düzeni. Bunu nasıl yapıyorsunuz?

Bununla beraber biz Cumartesi ve Pazar günleri de çalışmıyoruz. Yani haftanın 5 günü günde 6 saatten haftalık 30 saatlik bir çalışma süremiz var. Neden?

Bu biraz benim hayata bakış açımla alakalı aslında. Ben insanların çalışmaktan ziyade birbirleriyle ne kadar vakit geçirebilirlerse yani eşi, dostu, sevgilisi ya da ailesiyle ne kadar vakit geçirebilirse, işte de o kadar verimli olabileceklerine inanıyorum. Bunların yanında, benimle birlikte çalışan arkadaşlarımın sabah uyku sersemi işe gelmelerini istemiyorum. Yani istiyorum ki insanlar sabah kalktıklarında bir kahvaltı yapabilsinler. Çünkü sabah sekizde, dokuzda işe başlamak için hava aydınlanmadan uyanmanız gerekiyor. Özellikle bu yaz saati uygulamasında bu düzen gece yatıp, gece uyanmanız gibi bir şey. Yani sabah 7’de uyanmakla sabah 5’te uyanmak arasında hiçbir fark yok mental olarak. Bu olmasın, insanlar hava aydınlanınca uyansın, kahvaltı yapabilsinler ve ofisimize gelirken çalışmaya hazır olarak gelsinler istiyorum.

Yani şöyle bir durum var ki ben bunu kendi hayatımda da gözlemledim. 2 sene kadar kurumsal bir deneyimim oldu. Orada da çalışırken benim verimli çalıştığım saatler mesai saatlerimin tamamını kapsamıyordu. Arada mutlaka birkaç saat kayboluyordu. Çaya kahveye çıkıyorsunuz, akşamüstü yaklaşırken son bir sohbet kısmı oluyor yine çay kahveyle beraber. Ben bu kısımları direkt çalışma arkadaşlarıma baştan veriyorum. Peşinat 🙂

İstiyorum ki buradaki 6 saatte herkes verimli çalışsın. Aklı dışarıda olmasın, kendini işe verebilsin. Biz verimli 6 saat çalıştığımızda yapmamız gerekenin çok üstünde işler yapıyoruz. Bunu kendi üzerimde de denedim. Bir dönem Archerson’la tanışmadan önce evden çalışırken, öyle bir durumdu ki; sanki hiçbir iş yetişmiyor, her şey karışıyor ama bakıyorum ki ben günde 6 saat bile çalışmıyorum. Günde 6 saatlik bir düzen oluşturup bunu bir hafta boyunca denediğimde gördüm ki ben haftalık 30 saat çalıştığımda çok mükemmel işler çıkartıyorum. Elimdeki işleri bitiriyorum, üstüne kendime vakit kalıyor.

Benim çalışma arkadaşlarım da haftada bana 30 saat verebildiklerinde bu bizim için zaten yeterli. Dediğim gibi insanların kendine vakit ayırması gerektiğini düşünüyorum. Buradan erken çıktıklarında-yani İstanbul gibi bir şehirde 1-1,5 saat erken çıkmak eve varmak konusunda 3 saat kadar fark yaratabiliyor-kendilerine ayıracakları daha fazla vakitleri oluyor. Sonuçta saat 4’teki trafikle saat 5’teki trafik arasında çok büyük fark var. Akşam eve gittiğinizde de yemek yedikten sonra hiçbir şey yapamadan uyumak da hiç hoş bir şey değil. Benim derdim sadece çalışmayalım, mentalitem bu. Sadece çalışarak biz bir yere varamayız. Çünkü çalışırken insanlığımızı kaybettiğimize inanıyorum. Böyle olduğunda sadece maddiyat odaklı olmaya başlıyoruz. Empati yeteneğimizi kaybediyoruz, insanlar sürekli gergin oluyor işlerinden dolayı, insanlar hiç kırmayacağı insanları kırıyor, çığ gibi büyüyor yani. Zaten mutsuzluk toplumu gibi bir şeyiz.

Ben sadece şunu yapmaya çalışıyorum: Kendimi küçük görmüyorum. Tabii ki sektörde küçük bir damlayım fakat ben böyleyim deyip de kendimi bir kenara atmadım. Kendi ofisini kuran bir bireyim sonuç olarak, kendi şartlarım var. Bu noktayı başlattım ve belki daha sonra benim yanımdan ayrılan arkadaşlar da kendi ofislerini açtıklarında, 50-60 yıl sonra bu mentalite yerleşecek. Evet, belki 2-3 yıl sonra olmayacak bu ama bunun bir şekilde yerleşmesi lazım. İnsanların biraz daha değerli olduğunu hissetmesi lazım diye düşünüyorum.

 

Belki biraz iddialı olacak ama iş hayatını değiştiriyorsunuz diyebilir miyiz?

Mimarlık anlamında değiştirmeyi hedefliyorum diyebiliriz 🙂 Yani sonuçta kimsenin kimseye üstünlüğü, kimsenin kimseden aşağı kalır yanı yok. Her birey çok değerli ve herkesin kendi özsaygısı olmalı. Ben kendime olan özsaygımı ya da bir şeyleri yapabilme yeteneğimi çalışarak daha iyi noktalara getirebileceğime inanıyorum. Kendi birikimim var, kültürel bir birikimim var, eğitim birikimim var, insan ilişkileri birikimim var… Ben sadece bunları nasıl daha iyi yaşarım diye soruyorum. Ben nasıl yaşamak istiyorum? Temel soru bu. Yani ben bir şirkette çalışsam, nasıl çalışmak isterdim? Benim patronum bana dese ki, Oktay sabah 10 akşam 4 çalışıyorsun ve hafta sonu da tatil, mesai yok. Derim ki: Başlayalım!

Bu arada insanların aklına şöyle bir soru gelebilir. Böyle çalıştırıyorsun da ne kadar maaş veriyorsun? (Güler) Arkadaşlar, düşük maaş vermiyorum 🙂 Yüksek maaş veremediğim zamanda kendim çalışıyorum çünkü mimarlık düşünmeyi ve de hayal etmeyi gerektiriyor. Ben insanları robot gibi herhangi bir kalıba koyup da şu saatler arasında şu kadar paraya hayal edeceksiniz zaten diyemem. İnsanlar mutlu olmadıkları yerde zaten üretemezler. Bize üretkenlik lazım. Biz hayal üretip hayal satıyoruz. Yani evet örneğin masa üretiyor olsaydık, insanları makinenin başına oturtup bu kadar saat, o ücretle çalıştırabilirdiniz ama biz hayal üretiyoruz.

E hayal üreten insanın biraz free olması lazım, beyninin boş olması lazım ki, maddiyat şu anda günümüzün en temel noktalarından bir tanesi. İşinde kazandığı maddiyatla mutlu olmayan bir insana hangi şartları sağlarsanız sağlayın yine de verim alamazsınız ondan. Tabii bunların hepsi aslında komplike. Hem maddiyattan memnun etmek zorundasınız hem çalışma saatlerinden memnun etmek zorundasınız. Tabii ben her şeyi vermeye çalışıyorken, karşılığında bir şey alamıyorsam da düzgün bir şekilde yollarımızı ayırmayı seçiyorum çünkü karşılıklı bir al-ver dengesi olmalı.

 

Sanıyorum ki zaten siz tüm bunları verdiğinizde karşılık olarak da istediğiniz verimi alıyorsunuzdur?

Evet, tabii ki. Mesela stajyerlerimizden bu verimi aldık fakat bazı çalışma arkadaşlarımızla bunu oturtamadık. Böyle durumlarda bireylerin fazla rahatlığa kapılmasına da şahitlik ediyoruz. Bu sebeple birkaç arkadaşımızla yollarımızı ayırdığımız da oldu ama bu ayrımların olması da çok doğal. Nihayetinde herkes herkese uygun değil. Evet, herkes bir şeyler güzel olsun ister fakat bu tek tarafın çabasıyla olabilecek bir şey değil. Herkesin çabalaması lazım.

 

Hayatın her alanında geçerli değil mi bu? Her zaman karşılıklı çaba göstermek gerekmiyor mu?

Evet, evet kesinlikle. Çabalamak gerekiyor.

 

Neden mimarlıktan ziyade iç mimarlık ve dizayn üzerine bir şirket kurdunuz?

Az önceki soruyla bağlantılı aslında bu. İç mimarlığın beni daha çok mutlu ettiğini fark ettim. Mimarlıkta müşteriyle birlikte resmi kurumlar da işin içine giriyor. İşte imar durumları olsun, çevre şehircilik bakanlığı, yönetmelikler, mevzuatlar olsun, Yani şöyle bir şey ki bir hayal kuruyorsunuz, sonra bir yönetmelik geliyor ve diyor ki bu hayali biraz kırpalım. Sonra resmi kurumlar geliyor diyor ki bu hayali biraz da buradan kırpmamız lazım. Yani ben bir küp hayal ediyorum aslında ama günün sonunda benim küpüm küreye dönüşüyor. Bu sefer ben mimar olarak kendimi yansıtamıyorum. Benim mimarlıkta şöyle bir durumum da var ki, esnaf kökeninden geldiğim için para kazanmakla ilgili bir sıkıntım yok. Mimarlık yapmasam da başka ticari alanlara yönelerek para kazanabilirim. Ben mimarlığı, ekonomik kaygılardan sıyrılmış bir şekilde, gerçekten mimarlık yapabilmek ve bunu hissedebilmek için yapıyorum ve bunu kaliteli yaptığım zaman da karşılığını maddi-manevi olarak en iyi şekilde alabileceğime inanıyorum. Şu anda amacım bu şekilde.

Mimarlıktan uzaklaşma sebebim de bu tarz kısıtlamalar yüzünden oldu. İç mimarlık bana daha keyifli hissettiriyor çünkü iç mimarlıkta tek muhatabınız müşteriniz oluyor. Yani örnek veriyorum, siz bana gelip bir ev, bir iş yeri istediğinizde, biz sizin zevkinize, tarzınıza ya da hizmet sektörünüze göre bir tasarım yapıyoruz ve buradaki tek kısıtlayıcı müşterimiz oluyor. İstediğimiz malzemeleri kullanabiliyoruz ve işçilikler daha ince oluyor.

Genel anlamda mimari, iç mimariye göre daha büyük ölçekli kısımlarla ilgilenir. İç mimarlıkta daha fazla hayal kurulabilir. Benim inancım bu yönde.

 

Daha özgür hissediyorsunuz yani?

Daha özgür hissediyorum. Müşteriyle daha çok bağ kurduğumu hissediyorum. Daha çok hayata dokunduğumu hissediyorum. Yani, büyük bir mimari yapı yapmak milyonlarca insanın hayatına dokunabilir ama bunu ben hissedemem. Fakat ben bire bir olarak sizinle çalıştığım zaman, bu şekilde farklı farklı hayatlara misafir oluyorum. Mesela size geliyorum ve diyelim ki siz klasik bir tasarımdan hoşlanıyorsunuz, klasik müzikler dinliyorsunuz vs. Ben sizinle tanıştıktan sonra sizin gibi düşünmeye başlıyorum ve sizin tarzınızda bir mekân ortaya çıkartıyoruz. Ya da diyelim ki başka bir müşterim daha çok sokak kültürü seven, rap seven biri oluyor ve bu sefer de onun gibi düşünüyor ve ona göre tasarımlar oluşturuyoruz. Evin içinde grafitiler yapmaya başlıyoruz örneğin. Ben bu durumun benim empati yeteneğimi geliştirdiğini düşünüyorum. Çok fazla insanın hayal dünyasına girmeye çalışıyorum çünkü ben ancak oraya girebildiğimde hizmet verebiliyorum. Belki “şu” renk beni mutlu etmeyebilir ama sizin gibi düşünüp diyorum ki evet bu renk klasik tarzda şuralarda kullanılmış ve o tarzı seven insanın da sevdiği bir renk, bu beğenilebilir deyip onu bir şekilde tasarıma yerleştirmenin bir yolunu buluyorum. Bu hoşuma gidiyor iç mimarlıkta.

 

Mesleğiniz aslında insan ilişkileri konusundaki yeteneğinizi geliştiriyor/destekliyor da diyebiliriz değil mi?

Evet, kesinlikle öyle.

 

Mimar ve iç mimar arasındaki ilişki nedir peki?

Aslında bunlar birbirinin ayrılmaz parçası diyebilirim. Bugün insanlık için mimarlık ne kadar gerekliyse, iç mimarlık da o kadar gerekli. İç mimarlığın toplumumuzda yanlış bir algısı olduğuna inanıyorum. Şöyle ki iç mimarlık biraz daha lüks gibi düşünülüyor. Yani sanki sadece zenginler iç mimarlık hizmeti alabilirmiş gibi algılanıyor.

Mimarlık ne kadar gerekliyse iç mimarlık da o kadar gerekli. Mimarlar olarak ıslak hacimler dediğimiz tuvaletlerin nerede olması gerektiğine, kapısının nereye bakması gerektiğine kadar tasarlıyorsak ve bu gereklilikse iç mimar da bir o kadar gerekli. İnsanlarda bunun farkındalığı artmaya başladı. Yani şu an herhangi bir kiralık eve bakmaya gittiğinizde ya da inşaatlara bakmaya gittiğinizde mimar olmasanız bile sizi rahatsız eden bir şeylerin farkına varabiliyorsunuz. Şöyle, tuvalet kapısının mutfak kapısının karşısında olması rahatsız edici bir durum. Bir tarafta yemek hazırlarken diğer tarafta misafiriniz lavaboya girip çıktığını düşünün, bu kimse için hoş bir durum değil. Mutfak da olan için de, lavaboyu kullanan için de değil.

Bunlar küçük detaylar gibi gözüküyor ama aslında hayat kalitemizi arttıran büyük detaylar. Bunları ilk etapta mimarlar yapıyor. Fakat bu detaylar iç mimarların da iş kapsamı içine giriyor. Yani mimarlık ve iç mimarlık iç içe geçmiş meslekler.

Genel itibariyle ikisi arasındaki ayrıma dair yorum yapmam gerekirse; mimarlık iç mimarlığa göre daha büyük ölçekli çözümlemeler yaparken, iç mimarlık mimarlığa göre daha küçük ölçekli çözümlemeler yapar. Az önce bahsettiğim iç mimarlığın lüks olarak görülmesi durumu da iç mimarlığı mimarlıktan ayırmış durumda.

Yani aslında şu an mimarlık da mimarlıktan ayrılmış durumda. Müteahhitlik adı altında… (güler) Şimdi ben kimseyi zan altında bırakmadan bildiğim örneklerden vereyim, benim müteahhit arkadaşlarımdan, üniversitede mimarlık okuyan yeğenine projeyi çizdirip, mimara imza attırıp, proje yaptıran var.

 

Yasal mı bu?

Yasal. Şundan dolayı yasal, imzayı resmi birimler atıyor. Mesela ofiste çalışırken de projeyi on kişi çiziyor, yetkili olarak ben imzalıyorum. Fakat bu tarz durumlarda, yani bir müteahhitin okuldaki yeğenine, kızına, oğluna çizdirdiği projeye ben imza atmam. Bunu netlikle söylüyorum. Bir de okuldaki bir gençten çok iyi bir proje çizmesini de bekleyemezsiniz ki beklememelisiniz de.

Tabii bunu yapan mimar arkadaşlarım da var ama bu insanları yargılamıyorum.

 

Başkasının çizdiği projeyi hiç bilmeden imza atmak etik mi peki? Çıkabilecek herhangi bir sorunu düşündüğümüzde özellikle. Mesela deprem olsa ve bina yıkılsa imzayı atan mimar mesul tutulabilir mi?

O konuda şöyle bir durum var, mimarlar herhangi bir yıkımdan sorumlu değil. Teknik olarak inşaat mühendisi olarak imzasını atan kişi sorumlu olur bu durumlarda. Statik projesi ayrı bir proje.

Mimarlıkta 4 ayrı proje bulunur. Mesela ben mimari projeyi çiziyorum, statik proje çiziliyor, elektrik projesi çiziliyor, tesisat projesi çiziliyor.

Yıkımdaki sorumluluk işi inşaat mühendisine ait çünkü o kolonları, kullanılacak demirleri belirleyenler mühendisler oluyor. O yüzden mimarlar biraz daha rahat bu konuda.

 

Yani aslında imzayı atarken bu sebeplerden ötürü vicdanları daha rahat olabiliyor?

Evet, öyle diyebiliriz ama tabii etik mi? Bence etik değil ama yargılanabilir bir şey mi? Yargılanabilir bir şey de değil.

Fakat dediğim gibi etik bulmasam da yargılamıyorum çünkü maddiyat işin içine girdiğinde herkesin bir para kazanma telaşı var, ailesine karşı sorumlulukları var ve bu durumda bir şey diyemiyorum. Sonuçta imzasını satıyor o kişi de para kazanmak için. Keşke böyle olmasa tabii ki ama yine de bu kişilere sinirlenmemek gerek. Fakat yine de söylemeliyim ki böyle olduğu sürece mimarlık hak ettiği değeri görmüyor.

Sonuç olarak ne yazık ki bu tartışmanın haklı ya da haksız tarafı yok.

 

Müteahhitler haksız olabilir mi peki, sadece soruyorum? (Güler)

Kesinlikle. (Güler) Çünkü… (Hala güler)

Yani tabii müteahhitler de para kazanmak istiyor. Şunu söylüyorum müteahhit arkadaşlarıma, eğer bir projeyi mimara çizdirirseniz, dış cephe projesine kadar, siz daha kaliteli projelere sahip olursunuz ve muadili olduğunuz evlerden çok daha iyi bir plana ve çok daha iyi bir çözüme sahip olduğunuz için de daha çok gelir elde edersiniz, daha çok tercih edilirsiniz. Yani şu an için hala mimarların hak ettiği bedeller onlara fazla gelse de az önce konuştuğumuz gibi insanlar mimari olarak bir şeylerin farkına varmaya başladı ve bunu sorgulamaya devam ettiği sürece, bu sorgulamaların sesi ve sıklığı da arttıkça elbette her şey iyileşmeye başlayacaktır.

 

Türkiye özellikle de İstanbul mimari açıdan pek çok değerli yapıya sahip olsa da genel itibariyle mimari olarak çok estetik bir şehir değil. Bunun sebebi nedir?

Müteahhitler (Kahkaha atar).

Çarpık kentleşmeyle alakalı bu durum. Evet, İstanbul baktığınız zaman birçok kültüre ev sahipliği yapmış, çok fazla tarihi yapıya sahip bir şehir. Bu şehrin tarihi yapısını, tarihi yarım adada, Beyoğlu’nda, Galata’da hissedebiliyorken ne yazık ki bu tarafta (Anadolu) hissedemiyoruz. Bunun nedeni aslında bakış açısı. Bizim maddeye, tarihi yapılara sahip çıkan bir bakış açımız yok. Fazlasıyla yok. Buna gereken önemi vermiyoruz, o şekilde yetiştirilmiyoruz. Yani, normalde olması gereken, bizim eski bir yapıya baktığımızda, bunu düşünüp, insanlar bunu hangi şartlar altında yapmış, burada nasıl hayatlar yaşanmış, neler olmuş, neler bitmiş diye buna sahip çıkmamız gerekir. Tarihi yapı bir değerdir, bir yaşanmışlıktır. Baktığınızda sizi geçmişe götürür ama biz bu değeri kendi içimizde oluşturamamışız.

Restorasyondaki sıkıntılar da bundan kaynaklanıyor. Bu yapıların değerini kendi içimizde oluşturamadığımızdan-tabii restorasyonu çok iyi olan yapılar da var-ama sosyal medyada önümüze çıkan, gördüğümüz absürt restorasyonlarla ilgili örnekler de bundan.

Mimarlarla çok fazla çalışılmaması da sebeplerden biri.

Bunun başka bir sebebi de İstanbul kent ölçeğinde arsaların genellikle özel mülk olması. Yani devlete ait değil. Örnek veriyorum benim küçük bir arsam var ve bir bütün halinde kocaman bir yapı yapılacak, böyle bir durumda ben bu yapının yapılmasına engel oluyorum. Mesela çok fazla para istiyorum arsama çünkü bana muhtaçlar gibi geliyor. Fırsat yakaladığımı düşünüyorum.

Örnek veriyorum bir şehir belirli bir tarafa büyüyeceği zaman, bunun şehir planlamacıları tarafından kontrol edilmesi, daha doğrusu planlanması gerekiyor. Mimarlarla birlikte de bir sokak dili oluşturulması gerekiyor. Bunun tek sebebi de mimarlarla çalışılmaması da değil tabii ki. Az önceki örnek gibi mesela. Arsa sahipleriyle uzlaşılamaması da bir sebep. Böyle olunca da iki adımda bir bambaşka, birbirleriyle alakasız yapılar görüyoruz. Bir tanesini çok beğeniyoruz, bir tanesini beğenmiyoruz, diğerine bakıp bu ne alaka ya? Diyoruz gibi.

Yani özetle aslında İstanbul neden bu halde başlı başına kocaman bir konu ve saatlerce konuşulabilir.

 

Sizce İstanbul’daki çarpık kentleşme ve estetik olmayan yapılar zamanla düzeltilebilir mi?

Ben buna dair bir ışık görmüyorum İstanbul’da. Şuradan pay biçiyorum, herkesin anlayabileceği şekilde ifade etmem gerekirse, şu anda kentsel dönüşüm projeleri yapılıyor. Apartman yıkılıp, apartman dikiliyor. Blok blok da olmuyor bu. Kentsel dönüşümle değişmiş herhangi bir sokağa girdiğinizde, sağlı sollu yapılara baktığınızda bile her birinin bambaşka bir renge, tasarıma sahip olduğunu görüyoruz. Bunun şöyle olması lazım, mesela Şefikbey sokaktaki tüm yapıların cepheleri şu tarafa bakmalı, pencere genişlikleri şu olmalı, girişler şu tarafa bakmalı, renkleri şu olmalı. Kısacası bir sokak dili oluşturulmalı. Bu ana kararlar verildiğinde eğer kentsel dönüşüm parça parça yapılacak olsa bile verilen kararlara uygun bir şekilde yapılacaklarından o estetiği size verecektir. Bu böyle olmadığı sürece yani tüm bu koşullar sağlanamadığı sürece, yıkılıp yerine yapılan evleri de bundan 50 yıl sonra biz yine yıkmaya çalışacağız.

 

Peki, söylediğiniz tüm bu şeyleri kim sağlayabilir? Bu kararları kim verebilir yani?

Bunu sağlayabilecek insan şu an yok gibi. Bu şundan kaynaklanıyor. Detaylı bir inceleme ve takım çalışması gereken bir konu bu. Farklı disiplinlerin bir arada çözümlemesi gereken bir problem. Bir araya gelinmesi konusunda çok fazla bileşen var ama dediğim gibi İstanbul’da buna dair bir şey görmüyorum. Örnek veriyorum İstanbul kuzeye doğru büyüyor ama yine de İstanbul içindeki kentleşmeden farklı bir şey göreceğimize inanmıyorum.

 

Çok üzücü bir şey değil mi bu?

Evet, öyle. Şöyle olsa harika olmaz mıydı mesela; işte Büyükçekmece bölgesi, burası komple eğitim kısmı, topla üniversiteleri oraya. Şu kısım sanayi kısmı, bir diğeri tekstil kısmı. Her şeyin bir yeri olduğunda yani bir gruplanma olduğunda bahsettiğimiz şeyleri elde edebiliriz. Bir şehir böyle büyümeli görüşündeyim. Ne hangi tarafta neye hizmet edecek bunlara karar verilmesi lazım. Bunları yeteri kadar konuşmuyoruz biz. Bunları konuşmadığımız için de bir sonuca varamıyoruz genel itibariyle.

 

Özellikle sosyal medyada absürt bir şekilde restore edilmesiyle ünlü olan tarihi yapılar var. Bu restorasyonlar neye göre yapılıyor? Sizin tarihi yapıların uygunsuz restore edilmesiyle ilgili düşünceleriniz neler?

Tarihi yapıların restorasyonları yapılırken öncelikle yapının yeri incelenir. Mesela diyelim ki yıkılmış bir kilisenin restorasyonu yapılacak, öncelikle mevcut ölçümleri ve çizimleri alınır. Daha sonra o yapıyla ilgili ne kadar kaynak varsa toplanır. Buna o yapının fotoğrafları, yazılı kaynaklar ya da o yapının tasvir edildiği herhangi bir roman bile dâhil olabilir. Bu romanda tasvir ediliyorsa kilise, diyelim içeri girdiğinizde sağ tarafta pencere, sol tarafta bir parmaklıktan bahsediliyorsa bu bile orayı tekrar restore etmek için kaynak haline gelir. Restorasyon alanında çalışan bireyler restorasyonu bu şekilde yapıyorlar. Bunun neden uygunsuz restorasyonla tamamlandığını ben kestiremiyorum. Bunu hiçbir restoratör arkadaşımın yapacağına inanmıyorum. O şekilde onay vereceğine inanmıyorum. Bunların başka başka sebepleri vardır muhtemelen ama dediğim gibi restorasyon çok kapsamlı bir iş ve ana yapıya dair ne kadar kaynak varsa onlar toplanıyor ve restorasyon ana yapıya dair bütün çizimlere uygun olarak yapılıyor. Ana yapının malzemesi bulunabiliyorsa bulunuyor eğer bulunamazsa ana malzemeye en yakın malzeme kullanılıyor ve böyle inşaata başlanıyor. Yani aslında restorasyona başlanması en son aşama ondan önce çok uzun bir araştırma ve hazırlık aşaması oluyor.

 

Bir mimar olarak mimarisiyle sizi etkileyen yegâne şehirler ya da yapılar var mı? Bu tarz yapıların Türkiye’de örneği var mı ya da burada da yapılabilir mi?

Şöyle ki en çok etkilendiğim ülkelerden bir tanesi İtalya. Şehir olarak ise Milano’yu çok etkileyici buluyorum. Beni en çok etkileyen yapı ise Duomo di Milano. Bu yapının şöyle bir hikâyesi var; yanlış hatırlamıyorsam 1386 gibi başlıyor ve 1905 yılında tamamlanabiliyor ama aslında hala da bitmiş değil. Şuanda da yapımı hala devam ediyor. Yani 636 yıldır yapımı devam ediyor ve 70’in üzerinde mimar çalışıyor, bir o kadar tasarımcı ve usta da yapımında görev alıyor. Tabii ki daha çok heykeltıraşlar bu yapının ortaya çıkmasında büyük rol oynuyor. Bu yapının üzerinde şu anda 3500’e yakın heykel var.

Bu gerçekten şöyle bir şey, eğer bana sorsalardı sadece bir tane eser vereceksen bu ne olurdu diye ben kesinlikle Duomo di Milano derdim. Ömrüm yetmezdi tabii bitirmeye 636 yıl boyunca ama… Çok isterdim.

Ben Milano’ya gittiğimde de çok etkilenmiştim. Önünde durup şöyle bir yukarıya baktığınızda büyüleniyorsunuz. Uzaktan çok anlaşılmıyor tabii ki üzerindeki ince işçilik ama yakınına geldiğinizde o heykellerin hepsi canlanıyor adeta. Yani bu yapıda bir imzam olsun çok isterdim açıkçası.

 

Hala devam ediyorsa yapımı belki size de sıra gelir?

(Güler)

Tasarımı detaylıca incelemek gerekirse; öyle ki orası önce Romanesk tarzla başlıyor. Romanesk tarzın en ünlü örneği de Pisa kulesidir aslında. Ona benzer Türkiye’de de bir yapı var. Galata kulesi.

Duomo di Milano da Romanesk tarzla başlanmıştır yapılmaya ama tabii üzerinden 519 yıl geçtiği için Gothic tarzla bitiyor. Gothic tarz daha da yüksek yapılara sahiptir. Bir şehirdeki en yüksek yapının Gothic olma ihtimali çok büyüktür. Romanesk tarzda ise sağlam ayaklar, kemerler üzerinde yapılar kurulduğunu görürüz. Gothic ve Romanesk tarzlar birbirini besleyen tarzlardır aynı zamanda. Duomo di Milano da bu iki tarzı bünyesinde bulunduran bir katedral ve Dünya’nın en büyük 5. Katedralidir.

Şimdi sorunun ilk kısmına gelecek olursak, İtalya’nın sokaklarında gezerken kendimi tarihle bütünleşiyormuş gibi hissedebiliyorum ama bu durum Türkiye için geçerli mi? İstanbul için çok geçerli değil benim adıma ama mesela Mardin’de gezerken hissedebilirsiniz bunu. Safranbolu’da ya da Eskişehir’de de bunu hissedebilirsiniz. Tarihi yapısını korumuş olduğumuz şehirler Türkiye’de de var.

Bu konuda aslında biraz şunu da düşünüyorum: Roma’da gezerken belki de bu hissi daha yoğun olarak yaşamamız, anın geçici olduğunu bildiğimizdendir. Mardin hep elimizin altında diye düşünüyor olabiliriz. Ulaşması daha kolay olduğu için o tarihsel ve estetik hazzı yeteri kadar alamıyoruz belki de. Yani bilmediğimiz bir şehirde, dilini, kültürünü bilmediğimiz bir yerde, sanki zaman yolculuğu yapmışız gibi tarihin içinde gezmek bana gerçekten büyük zevk veriyor. Bir mimar olarak evet tarihi yerleri gezmeliyim ama samimi olacağım, sokak aralarında gezip bir kahve içmek bana daha çok keyif veriyor. Çünkü gidiyorum orada dilini bilmediğim insanlarla konuşmaya çalışıyorum, farklı insanlarla tanışmak ve kültürlerini tanımak heyecan verici bir deneyim gerçekten.

 

Mimar olmak aslında sanatçı olmak gibi çünkü sizde sürekli bir yaratma süreci içerisindesiniz. Alanda yaptığınız değişiklerle o alanın bir insana nasıl hissettireceğini belirlemek bir nevi sizin elinizde. Bu nasıl bir his? Yaratırken ya da literatüre daha uygun olarak ifade etmek gerekirse tasarlarken ilham aldığınız şeyler neler?

Bununla ilgili aslında röportajın en başında da biraz konuşmuştuk empatiyle alakalı. Ben her yeni tasarıma başladığımda, hep yeni bir hayata başlıyorum aslında. Örneğin, siz benden bir tasarım istediğinizde ben sizin hayatınıza giriyorum. Gamze Hanım neler istiyor, neler seviyor, ne tarz müzik dinliyor, ailesiyle ilişkisi nasıl, geleni gideni kim, kalabalık aile yemeklerinden mi hoşlanıyor yoksa daha çok yalnız olmaktan mı keyif alıyor gibi pek çok şey var hayatınıza dair. Her farklı hayata dâhil olduğumda, ilham alacak pek çok yeni şeyle karşılaşıyorum. Sizin sevdiğiniz müzikleri dinlemeye başlıyorum mesela. Tasarımı sizin sevdiğiniz müzikleri dinlerken yaparım ya da mutlaka kafamın bir yerinde o çalar. Çünkü o müziğin sesinin, tınısının mutlaka bana sizinle ilgili bir şey vereceğine inanıyorum. O melodide bir şey var ve evet size hissettirdiği şeyle, bana hissettirdiği şey aynı. Onu yakalayıp, tasarıma koyabiliyorsam zaten mükemmel bir tasarım ortaya çıkıyor. Bugüne kadar yaptığım projelerde en mutlu olduğum nokta bir müşteri bana geldiğinde ve bir tasarım istediğinde ve ben tasarımı hazırlayıp ilk sunumu ona yaptığımda, yüzde doksan beş müşterimle aynı dili konuşuyor oluyoruz. Ben çok büyük revizeler almadım bugüne kadar. 9 yıllık mimarım, 5 yıldır kendi şirketimin sahibiyim ve birçok projeye imza attım. Projeyi baştan aşağı değiştirdiğimiz hiç olmadı.

 

Bunu sağlamak çok zor değil mi? Çünkü özel tasarım dediğimiz şey gerçekten çok subjektif ve bir insanı tamamen anlayıp ona istediğini direkt olarak vermek çok zor olmalı.

Yani bunu diğer meslektaşlarım sağlayabiliyorlar mı çok emin değilim ama belki de yapıyorlardır ve ben kendimi bir şey zannediyorumdur (güler). Tabii, kendi tasarımlarımda bunu sağlayabilmek benim için çok özel. Demek ki doğru iletişim kurabiliyorum müşterilerimle dememi sağlıyor.

Yani şöyle ki zaten mimar ve müşteri ilişkisinin sonucunda anlaşılmamak gibi bir durum söz konusu değil. Çünkü o proje aslında sizin ve siz nasıl isterseniz eninde sonunda öyle olur ama bunu ilk sunumda %95 yakalayabilmek…

 

Bence büyük başarı!

Bence de büyük başarı, teşekkür ediyorum (güler).

 

Ben bununla ilgili bir soru daha sormak istiyorum. Mesela dediniz ya ben müşterilerimle empati yapıyorum, sevdiği müzikleri dinliyorum vs. diye. Bunu nasıl sağlıyorsunuz? Sevdiği müzikleri nasıl öğreniyorsunuz mesela? O kilit noktasını nasıl yakalıyorsunuz?

Bu şundan kaynaklanıyor olabilir. Ben sadece okullu bir mimar ya da iş insanı değilim. Ben çocukluğundan beri çalışan, insan içinde olan ve her kesimden insanla olan biriyim. En dipten en zirveye kadar kim varsa, hepsiyle bir şekilde ilişkisi olmuş, ortamlarına girmiş biriyim. Ve bu çocukluğumdan beri böyle ilerlediği için, o özgüven hayatımın fazlasıyla içinde. Bu sebeple herhangi bir şeyden çekinmem ya da aşağılık kompleksi de yaşamam bu hayatta.

Ben en iyisi olmak durumunda değilim, ben mutlu olmak durumundayım.

Ben mutluysam eğer, tabii benden çok çok daha iyileri var-ki hepimizden var-tuhaf ruh halleri içerisine girmem. Tabii ki benden daha iyileri var ve ben hayatımı en iyisi olmaya çalışarak harcayamam. Mutlaka maddi olarak da benden daha iyi olan birçok insan olacak. Yani bugün bu ülkenin en zenginlerinden bile daha zenginleri varsa, benden de daha zenginler olacak tabii ki. Yani özetle aslında her zaman benden daha iyileri ve kötüleri olabilir diye bakıyorum duruma, insanız sonuçta. Bu sebeple de hiçbir zaman bir insana bir diğerine davrandığımdan farklı davranmam. Bu da özsaygı ve özgüvenle ilişkili. Bunlar da doğal olarak insan iletişimi konusunda beni geliştiren şeyler ve bu konu güçlü olduğum bir konu da diyebiliyorum rahatlıkla. Kolay sohbet ederim.

Bir de şöyle bir durum da var zaten, insanlar referansla geliyorlar bana. Mimarlık şöyle çünkü; bir marketin yanından geçerken içeri girip durduk yere alışveriş yapabilirsiniz ama müşteri bana geldiğinde zaten spesifik bir amaç için geliyor. Daha önceki projelerimi bilerek de geldikleri için bir başlangıç noktamız oluyor zaten müşterilerimle. Önceki projeler, referanslar derken bir şekilde muhabbet açılmış oluyor. Açılmıyorsa zaten iş olmuyor. Enerjimiz tutmuyorsa, projemiz de olamıyor.

 

Yaşadığınız en ilginç tecrübe ne oldu projelerinizde ya da projeleriniz kaynaklı insan ilişkilerinde?

İstanbul’da ilk kez proje yapma hikâyem bana hep ilginç gelmiştir mesela. Haftada on tane farklı projeye gidiyordum. Yani çağırıyorlardı beni mimar olarak, ölçülerimi alıp proje sunumları hazırlıyordum. İşte proje çiziyorum falan. Her gittiğimde de böyle umutluydum, diyorum bu kez kesin aldık projeyi. Olmuyordu hiçbiri. Yine böyle bir proje hazırladık ama diyorum ki kesin alamayız biz bunu. Aldık. (Güler ) Ve ilk önce onunla başladık. Çok özeldir o proje benim için.

Onun dışında asker arkadaşım var, asker arkadaşım diyorum ama bizimle çok dalga geçtiler bedelli askerlik yaptığımız için, ne arkadaşlığı 18 günde diye (Güler), ben en ünlü projemi o arkadaşımın abisine yaptım. Bağdat Caddesi’nde Premium Alkol Satış Mağazası yaptık.

Kısmetin nereden çıkacağı belli olmuyor gerçekten.

 

İç mimar mı yoksa dış mimar mı sorusunu duyduğunuzda ne düşünüyorsunuz? Dış mimar diye bir şey var mı?

Gülümsüyorum. Ben buna biraz daha geniş perspektiften bakıyorum. Bence insanlar biriyle ilk kez iletişim kurduğunda ortak bir nokta arıyorlar ve ben mimarım dediğimde, ilk soru da bu oluyor. O aslında insanların sohbete girme şekli. Şey gibi biraz, uzun zamandır görmediğin arkadaşınla yolda karşılaştığında sana “Canım sen biraz kilo mu almışsın?” demesi gibi. Tamamen aynı kategoride bu sorular benim için. Bir şekilde iletişim kurma çabası.

Hayır, yani cevap versem bunun hakkında mı konuşmaya başlayacağız sanki? (Güler). Özetle, bunun muhabbete girme çabası olduğunu düşünüyorum sadece. Gereksiz ve yanlış bir çaba. (Güler)

 

Dış mimarlık diye bir şey yok değil mi zaten?

Yok. Mimarlık dediğimiz şey toplamda 4 disiplinden meydana geliyor. Mimarlık, iç mimarlık, peyzaj mimarlığı ve şehir bölge planlama olarak.

Diğer sorularda konuştuğumuz problemlerin sebepleri de zaten bu 4 disiplinin bir arada çalışamamasından kaynaklanıyor. Örnek veriyorum, mesela bir kenti tasarlarken ilk önce şehir bölge planlaması yapılmalı, daha sonra peyzaj mimarlarının bir araya gelip şehir bölge planlamasına göre yeşil alanları vs. tasarımını yapması lazım. Daha sonra mimarların bina tasarımlarını çalışması ve iç mimarların da daha mikro detayları tasarlaması lazım.

Ama bu şekilde gitmiyor ne yazık ki. Peyzaj mimarlarını bahçıvan gibi görenler var. İç mimarı dekoratör olarak görüyorlar. Ne yazık ki her şeyi minimalize etmeyi, eleştirmeyi seven bir yanımız var.

İyilik yapmaya çalışırken bile kötü söz söylemeyi seven bir alışkanlık var toplumda. Mesela bir arkadaşınıza bir şey danıştığınızda size olurundan önce, olmazını söylüyor. Hep bir olumsuz tarafından tutulmalar. Dost acı söyler diye bir söylem de var. Ben katılmıyorum. Dost acı söylemez. Dost acıyı tatlı tatlı söyler.

Dost kötü günde belli olur da diyorlar ki ben ona da katılmıyorum. Dost iyi günde belli olur bence. Çünkü mutsuz bir insanın yanında olmayı herkes başarabilir. Yanında sana destek oluyor gibi gözükebilir ya da kendi egosunu tatmin ediyor olabilir. Bir sürü şey olabilir. Fakat başarılıyken yanınızda olan insan gerçek dostunuzdur. Başarılı birinin yanında bulunmak daha zordur, hazımsızlık diye bir şey var çünkü. Eğer biri siz hep mutsuzken yanınızdaysa ve iyi günlerinizde o kişiyi bulamıyorsanız yanınızda, o sizin arkadaşınız değildir. Bu da küçük bir tavsiye olsun benden 🙂

 

Hem tavsiye için hem de bu güzel röportaj için çok teşekkür ederiz o halde 🙂

Rica ederim, ne demek 🙂

Mimar Oktay Yalçın’a bu keyifli röportaj için teşekkür ediyoruz ve umuyoruz ki mimarlıkla ilgili aklınızdaki pek çok sorunun cevabını burada bulmuşsunuzdur. Bir sonraki röportajda yeni sektörlere, yeni hikâyelere ve yeni perspektiflere daha yakından bakmak için beklemede kalın!

Yorum Yap